Ölüler

Merhaba. Bugün sizlere ölümden önceki son hikayemi anlatacağım.

Adım Dursun, 25 yaşındayım. Kaderim benden önce doğan mevta kardeşlerim gibi olmasın diye, Allah’a isteklerini belirtmek için bana bu adı vermişler. Belki de her biri 6 kilo doğan 6 kardeşim de 6 gün içinde öldüğünden ve artık baş sağlığı dileyen insanlardan bıkan ailem, onlara adımı tekrar tekrar söyleterek dünyada kalıcı olacağımı düşünmüştür. Bu düşüncelerinde ne kadar haklıdırlar bilinmez fakat şu ana kadar işe yaradı gibi gözüküyor.

Annem gündelikçi, babam ise kendi mütevazi kıraathanesinde çaycılık ile ömrünü geçirdi. Babamlarda çaycılık aile mesleği olduğundan, tüm ömrünü gençliğinde babasının ona devrettiği kıraathanede geçirmesi onun için bir tür lütuftu. Her ne kadar babam annemin çalışmasını, ona kıyamadığından, istemese de annem de babama kıyamadığından tüm ailenin yükünü üstlenmesini istemezdi. Ailemiz üç kişilikti ve ebeveynlerim, bana aktardıkları kadarıyla, aileyi daha da büyütmeyi ben doğduktan sonra hiç düşünmemişti. Her ne kadar küçük bir aile olsak da mevtaların hayatlarını da bende yaşatmak istediklerinden önüme her türlü imkanı sunuyorlardı. Bu imkanları ne derece değerlendirebildim, pek emin değilim fakat bu son hikayem olduğundan bunun pek bir önemi de yok. Sona gelince insan sadece o “an”ı düşünüyor; gerisi sadece birer anı olarak kalıyor.

Şımartılmaktan mıdır yoksa aptal olduğumdan mıdır bilinmez, okullara/kurslara/özel hocalara rağmen eğitim hayatında hiç başarılı olamadım. Uzun süre işsiz kaldıktan sonra, babam baktı ki benden bir halt olmayacak, “gel bana yardım et” dedi ve babamın kahvehanesinde getir götür yaparak harçlığımı çıkardım. Babamın 70’ine dayanması ve atalarımdan geçen çaycılık genleri sayesinde, babam dükkanı bana bırakmaya razı oldu ve beni ocakçı yapıp yanıma bir adet çırak aldı. Hala kendisi arada sırada teftişe gelir, fakat bence teftişten ziyade ömrü burada geçtiği için keyif yapmaya geliyor. Bazen takılmak için kötü çay yapıp masasına gönderiyorum, “it oğlu it seni çaycı yapanın ağzına sıçayım” diyor. Tavşan kanını içtiğinde ise “beyler, bakın benden öğrendi” diye arkadaşlarına caka satıyor.

Babamın kahvesi otogara yakın olduğu için sabahçı kahvesiydi. Her ne kadar gece gelen müşteri eskisine oranla çok az da olsa, bizde gelenek olduğundan geceleri de kahveyi açıyorduk. Bazı geceler ben, bazı geceler de çırak duruyordu. Geceleyin çalışmanın da keyfi bir başkaydı çünkü otobüsten yeni inmiş, yeterince sıkılmış ve yorulmuş insanlar akıllarına her geleni anlatmaya başlıyor ve önyargısız bir şekilde iletişim kuruyorlardı. Bazı zamanlar bu tür muhabbetler sıkıcı da olsa, dükkan sahibi olduğum için kafama göre kestirip atıyordum. Ne de olsa mekan benimdi.

Günlerden bir gün çırağım Ahmet, uzaktaki bir yakın akrabasının düğününe gitmek için benden dört günlüğüne izin istedi ve ben de verdim. 100 lira da cebine koyup yolculadım. Normalde dört gün tek başına durmak zor olacağından günlük işçi alırdım fakat son günlerde canım biraz sıkkındı, o yüzden kahvehanede dört gün tek başıma durup biraz kafa dinlerim diye düşündüm. Önceden de yapmadığım iş değildi; biraz zor oluyor uykusuz kalmak ama alıştığımdan mıdır nedir iki çay iki kahve iki sigara bi tost kendime geliyordum.

Ahmet gittikten sonraki ilk günün gündüzü yoğun geçti. Gece ise epey sakindi, hatta kestire kestire rahat 4-5 saat uyumuşumdur. Saydım; 345 çay, 56 kahve, 23 tost satmışım.

İkinci gün, gündüz ortalama geçti fakat gece gelen otobüs seferleri mi çoktu bilinmez gece gündüz gibi yoğundu. Ne de olsa gece boş olur diye düşünerek gündüz hiç uyumamıştım; zaten gündüz uyumayı da hiç sevmem. Bu yüzden epey uykusuz kaldım; toplasan 2 saat belki uyumuşumdur. Saydım; 261 çay, 82 kahve, 22 tost satmışım.

Üçüncü gün, Cuma gününe denk geldiğinden gündüz aşırı yoğundu. Hatta bir ara babamı ocağın başına geçirip servisi ben mi yapsam diye düşündüm fakat babamı da yormak istemedim. Zaten yarından sonraki gün çırak gelecekti. Bu gece zaten uyurum diyerek dişimi sıktım. Çay kahve bir şekilde akşamı getirdim. Fakat şaşırtıcı bir şekilde, bu gece de çok yoğundu. Hatta dünden de daha yoğundu ya da ben çok yorgun olduğum için farketmemiştim. Sabah 5 gibi kimse kalmayınca dükkanı kapatıp, en azından deliksiz bir üç-dört saat uyursam yarına bomba gibi olurum diye düşündüm. Bardakları topladım, masa örtülerini silkeledim, su kazanını boşalttım ve üç demliği de temizledim. Tam dükkanı kapatıyordum ki zayıf, yaşlı ve çirkin bir kişi iki valizi ile birlikte bitkin halde içeri girdi. Adamı bitkin görünce dur da diyemedim ama işte benim salaklığım; önce dükkanı kapatıp sonra temizliğini yapsana! Kafa mı kaldı, şimdi adama çay falan da veremem zaten çünkü bizde sallama çay, üçü bir arada falan olmaz. Sadece tost ve Türk kahvesi yapabilirim, hepsi bu.

Ben bunları düşünürken adam bana seslendi: “Oğul dükkanı da toplamışsın, ben de böyle geldim sorup sormadan”. Ben de ona, “Estağfirullah dayıcım ne kusuru, fakat sana ya kralından bir tost yapabilirim veya köpüklüsünden bir kahve. Ocak pırıl pırıl” dedim. O da bana “O halde bi tost, bir de sade kahve alayım” dedi. “Tamamdır” deyip hazırlamaya gittim.

Sallana sallana çalışırken sanki bir ses duydum ve kafamı kaldırdığımda dayının yanıbaşımda belirdiğini farkettim. “Dayıcım sen otursana ben getiririm” dedim, o da bana “Yok oğul, canım sıkkın da öylesine bakıyorum” dedi. “Bir kahve de kendine yap, iki sohbet edelim” diye de ekledi. Tam içimden “aha sıçtık” diyordum ki “Merak etme seni sıkmam, belki de sana senin bilmediğin bir şeyler anlatırım” dedi. Kafa salladım ve dayı yerine gitti. Ben de tostu ve kahveleri hazırlayıp yanına gittim, iskemle çekip oturdum. Dayı önce hiç konuşmadan tostunu hızlıca yedi. “Kahve ile bir şey yemeyi sevmiyorum, şimdi kahve keyfi yapabiliriz” dedi. “Afiyet olsun dayıcım” dedim ve “ee nereden geliyorsun böyle iki valiz, benim bilmediğim yerlerden mi yoksa” diye ekledim.

“Önce bir güldü ve 25 yaşında ne biliyorsun ki oğul, bir gence bilmediği bir şey anlatmak kolay olsa gerek” dedi. 25 yaşında olduğumu bilmesine bi anlık şaşırsam da lafın gelişi öyle söylediğini düşündüm. “Buyur dayıcım anlat o halde” dedim.

“Bak oğul” dedi. “Hayatta çok şey gördüm. Doğmadan ölenleri de gördüm, doğduktan 6 gün sonra ölenleri de, benim gibi 66 yaşına kadar yaşayıp ölmeyeni de. Hepsi için ortak tek bir sorum var: Neden? Bazıları 6 gün bile yaşayamazken bazısı neden 25 yıl yaşar? Bunu hiç kendine sordun mu?”

Bir yandan boş gözler ile adama bakarken bir yandan da adamın dediklerini idrak etmeye çalışıyordum. Neden böyle konuşuyor herhangi bir fikrim yoktu. Acaba babamın tanıdığı falan da kendince makara mı geçiyor, kafa açmaya mı çalışıyor?! “6 kardeşimin de 6 günlükken öldüğünü nereden biliyorsun” dedim uykusuzluğun da verdiği sinirle. “Bilmem, biliyor muyum oğul” dedi. Bir süre sessizlik oldu, ne diyeceğimi de bilemedim. Kahvesinden bir yudum aldı ve “İnan bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum fakat bir tahminim var” dedi. “Hangi sorunun” dedim, anlamamıştım. “Neden senin 25 yaşına kadar yaşayıp 6 kardeşinin 6 gün bile yaşayamaması sorusunun” dedi. “Ee nedenmiş, tahminin neymiş bakalım. Yoksa adım Dursun olduğu için mi” dedim ve alaycı bir gülüşü uykusuzluktan çökmüş suratıma takındım. Dayı da güldü ve “belki de ondandır fakat bence bunun asıl sebebi bu dükkanda bir yerde” deyip sigarasını yakıp bir nefes aldı ve “iyice araştır, yarın gece yine geleceğim” deyip kahvesinden son fırtı da çekip kalktı. “Bu iki valizim burada kalsın, yarın yine geleceğim” dedi ve gitti.

Uyku sersemliği midir basiret bağlanması mıdır hala bilmiyorum, adamın ardından ne bir söz edebildim ne de bir adım atabildim. İki valizi de aldım, ocağın dibinde bir köşeye koydum ve şilteyi serip yattım.

Rüyamda 6 kardeşim bugünkü yaşları ile karşımda dikelmiş duruyor ve “sen neden yaşıyorsun biz neden öldük” diye hep bir ağızdan bağırarak üstüme geliyorlardı. Beni itip kakmaya başladılar, küfür edip tekmeliyorlardı. Her ayağa kalkıp kaçmaya çalıştığımda tekrar beni yakalıyorlardı. En sonunda “siz ölüsünüz lan işte ben yaşıyorum, sizin için de yaşadım, siz ölüsünüz, ölüleeeer” diye bağırarak uyandım. Sabah 8 olmuştu, belli belirsiz iki saat uyumuştum. Uyandığımda aklımda neyden ne kadar sattığım değil; adamın söyledikleri ve bıraktığı iki valiz vardı.

Dükkanı bir türlü açasım gelmiyordu fakat bugün tek başıma çalıştığım son günüm olduğunu düşünerek kendimi rahatlattım ve ya bismillah diyerek kahveyi açtım.

Gün içinde ortalama bir yoğunluk vardı. Bir yandan ocakta iş tutup bir yandan da servis yapmak zaten zor iş, üstüne bir de aklım dün gecede ve bu geceki olası buluşmada olduğundan, uzundur yapmadığım bir şey yaptım ve bol bol bardak kırdım. Müşteriler sağolsun tanış olduğundan anlayış gösterdiler, ben de yorgunluk falan deyip geçiştirdim.

Saat iyice yaklaşıyordu ve ben pusuya yatmış bir avcı gibi bekliyordum fakat birden farkettim ki asıl av olan bendim. Gözlerimi karanlığın perdelediği kapıya dikmiş, tanımadığım bir adamın gelip bana “önemli” bir şeyler söylemesini bekliyordum. Bu sırada gözüm ocağın oradaki valizlere ilişti. Bu eski püskü valizlerde ne var ki diye içimden geçirdim ve valizleri tutup yukarı kaldırdım, sağına soluna baktım. Alelade, kolayca açılıp kapanabilecek bir valiz olduğunu anladım. Açsam farkedilmeyeceğini düşündüğümden, açmaya karar verdim. En fazla valizin içindekiler biraz dağılırdı fakat valiz hafif olduğundan içinde pek bir şey olduğunu da sanmıyordum. Dağılsa bile yapacak bir şey yok, bir şekilde geçiştirirdim. Adam gelmeden merakımı bir nebze de olsa gidermek istedim.

İlk valizi açtım ve o da ne: bomboştu. Valizin cebi, gizli bölmesi falan var mı diye baktım ama bulamadım. İkinci valize yöneldim ve onu da açtım, fakat o da bomboştu. Tekrar tekrar baktım ve ne gizli bir göz ne de bir cep bulabildim. Valizleri kapatıp eski yerlerine kaldırıyordum ki biri elimden düştü ve düştüğü yerden kaldırmak için eğildiğimde hafif kalkmış tahta parkenin altında metal bir kutu farkettim. Yaşlı adamın araştırmamı istediği sır bu kutuda mı gizliydi yoksa? Tahtayı elimle kaldırmaya çalıştım fakat olmadı. Kalkmış tarafından ayağım ile zorlayarak ve bir iki tekme atarak tahtayı kırmayı başardım. Kutuyu zorlayarak olduğu yerden çıkardım ve tezgahın üstüne koydum. Kutunun üstü toz kaplıydı ve ağzı açılmıyordu, sanırım kilitliydi. Elime tost yapmak için kullandığım ekmek bıçağını aldım ve kutunun arasına sokarak zorladım. Bir iki zorlamadan sonra kilidi kırabildim.

Kutunun içinde birtakım kağıtlar, bir adet küçük kap ve deri ile sarılmış, cevşene benzeyen bir şey vardı. İlk önce kaba baktım, içi kül doluydu. Bir anlam veremedim. Sonra kağıtları rastgele açmaya başladım. “Dursun Karataş, Doğum Tarihi 20.06.1989, Ölüm Tarihi 26.06.1989”. Bir diğerini açtım hemen: “Dursun Karataş, Doğum Tarihi 13.04.1987, Ölüm Tarihi 19.04.1987”. Ardından bir tane daha açtım, her kağıdı açtığımda şaşkınlığım daha da artıyordu: “Dursun Karataş, Doğum Tarihi 21.09.1990, Ölüm Tarihi 27.09.1990”. Kalan kağıtlara baktım, üç tane kalmıştı. Bunlar benim ölen kardeşlerimdi. Diğer üç kağıtta da 6 gün yaşayıp ölen aynı isimler vardı. Hepsinin adı Dursun idi fakat hayatta kalan bir tek ben olmuştum. Ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Bu sırada gözüm deriye sarılı parçaya ilişti ve hemen bıçak ile yırtıp açtım. İçinde 6 kere katlanmış bir kağıt mevcuttu. Kağıdı açıp eskimiş yazıları okumaya çalışırken “antlaşma!” diyen bir ses ile irkildim ve kafamı kaldırdığımda karşımda dün geceki dayı vardı. “Bunlar ne” dedim öfkeli ve ürkmüş bir ses ile. “Antlaşma” dedi. “Bunlar senin annenin ve babanın şeytan ile yaptığı antlaşma. Onları olduğu gibi bırak, gel sana anlatayım”.

Yaşlı adam boş bir masaya yöneldi ve iskemleyi çekip oturdu. Ben de istemsizce ona doğru yöneldim ve tam karşısına oturdum. “Bu gecenin iyi bitmesini istiyorsan hemen anlatsan iyi olur, iyice gerilmeye başladım” dedim. “Tamam oğul sakin ol, anlatacağım” diyordu ki “Sıçtırtma ‘oğul’una, hadi dökül” dedim. Kafasını hafif eğdi, “Peki” deyip başladı.

Annen ile baban 20’li yaşlarında evlendiler ve uzun yıllar çocukları olmadı. Gitmedikleri doktor, görmedikleri hacı-hoca kalmadı. Tüp bebek tedavisine yığınla para harcadılar. Bir gece baban, aynı senin gibi, burada sabahlarken içeriye yaşlı, zayıf ve çirkin bir adam girdi. Derin bir sohbete daldılar ve baban çocuğu olmadığından bahsetti. O yaşlı adam babana bir teklifte bulundu: Her çocuğun için diğer çocuğuna 10 yıl.

İlkini öldürmeleri zor olmadı. Boğdular. Annen hemen ikincisine de hamile kaldı. Doğduktan 6 gün sonra, antlaşmaya uyarak onu da boğdular. Üç, dört … Artık psikolojileri iyice bozulmaya başlamıştı. Bir yandan konu-komşu da erken ölen çocuklara üzülmeye ve dedikodu yapmaya başlamıştı. Beşinci ve altıncı hamileliğinde annenin hamile olduğunu gizlediler çünkü hem dedikodular artmıştı -bazıları bu ölümlerin rastlantı olmadığını düşünmeye başlamıştı- hem de beşinci veya altıncı kardeşin hangisinin yaşayıp yaşamayacağına henüz karar vermemişlerdi. Tek olacak çocukları için 60 yıl ömrün yeterli olacağını düşünerek, sende karar kıldılar ve işte buradayız 7. Dursun.

“Kutudan çıkanları ve valizlerimi buraya getirir misin” dedi. Kafam allak bullak, dağıtmadan hepsini dikkatlice getirdim.

“Küçük kaptaki kül kardeşlerim, değil mi” dedim ruhsuzca. Kafasını salladı ve “Evet onlar ölüler” dedikten sonra “nedenini öğrendin mi şimdi” dedi. “Neyin” dedim. “Senin 25 yaşına kadar yaşarken kardeşlerinin 6 gün bile yaşamamış olmasının” dedi. “Peki sen neden bunları bana anlattın, sen kimsin” dedim. “Emanetlerimi almaya geldim” dedi ve kül dolu kabı bir valize, diğerlerini de diğer valize yerleştirdi. “35 yıl sonra son çayını içmek için tekrar geleceğim” deyip kalkıp ağır ağır kapıdan çıktı gitti.

Ne arkasından gidip bir şey diyesim geldi ne de bu konuyu daha fazla irdeledim. Yaşlı adamın söyledikleri; ailemin bunca acı ve eziyet yaşamasına rağmen bana hiç bir şekilde belli etmemeleri, beni de aileme ve 6 kardeşimin kurban edilmiş yaşamlarına layık yaşamaya yönlendirdi. Babam kıraathane işleten mutlu bir adamdı, ben de bu yaşadıklarıma rağmen 60 yaşına kadar kahvecilik yapıp, son bir sohbet için son misafirime son çayımı demlemeyi bekleyeceğim.

Written on February 16, 2022